Mikro Yönetim Çıkmazı: Patronların Bitmeyen Kısır Döngüsü

“Ofisteki her adımınızın izlendiği hissi sizi de yoruyor mu? Unvanların boş birer kâğıda dönüştüğü, patronların ‘acil’ yangınları söndürürken geleceği unuttuğu, çalışanların ise birer ‘zombiye’ evrildiği bir düzen… Mikro yönetim çarkı neden kurumları tüketiyor? İşte, çoğu şirketin düştüğü o karanlık kuyruğun içyüzü…

Bugünlerde, daha önce de sık sık dillendirdiğim gibi, birçok toplantıya davet ediliyorum. Fakat her seferinde aynı hissi yaşıyorum: Dejavu. Sanki zaman makinesine binip geçmişin tozlu raflarına dönmüşüm gibi. Özellikle şu “mikro yönetim” denen canavarın yeniden hortlaması beni şaşkınlığa uğratıyor.

Yıllarca sorumluluk almış, projeleri yönetmiş, ekiplere liderlik etmiş insanların üzerine titreyen, adeta nefes almalarını engelleyecek kadar müdahaleci üst yöneticiler… “Unvan verip yetki vermeyen” patronlar… Sanki bir kukla tiyatrosundaymışız gibi, ipini çekmeden hareket etmenizi bekliyorlar.

Bir düşünün: Göndereceğiniz her e-postadan önce patronun onayını almak zorundasınız. Önce ben görmeliyim diyen bir ses, sizin uzmanlığınızı görmezden geliyor. Hatta bazen öyle detaylara takılıyorlar ki, “Bu cümledeki fiil pasif mi olmuş?” diye sorgulayanlar bile çıkıyor.

Peki ya gelen bir soruya cevap vermek için üç gün patronun kapısında beklemek? “Onayım olmadan tek kelime etme!” diyen bir anlayış, çalışanı nefrete sürüklüyor. Sonra da dönüp “Bu iş neden zamanında bitmedi?” diye sorguluyorlar. İşte bu ikiyüzlülük, kurumların çürüyen temelini oluşturuyor.

Unvan mı, Kâğıt Parçası mı?

Verilen unvanların hiçbir anlamı kalmıyor artık. “Müdür” yazılı kartvizitini eline tutuşturdukları adam, aslında karar verme yetkisinden yoksun bir figüran. Çalışanlar da bunun farkında. Patronun kapısı, sürekli “Ama müdür bey izin vermedi” diyenlerle dolup taşıyor. Sonuç? Tüm ipler yine patronun elinde. O da bir süre sonra ne stratejik düşünebiliyor ne de önceliklerini belirleyebiliyor. “Acil olmayan ama kritik” işler, masanın altına düşüyor. Günler, “acil yangınları” söndürmekle geçiyor. Patron, kendini bir koşu bandında bitap düşmüş halde buluyor.

Bir keresinde bir CEO dostum anlatmıştı: “Ofisimdeki çiçeği sulamaya bile vaktim yok!” demişti. İronik değil mi? Koskoca şirketin tepesindeki adam, çiçeğini kurutuyor ama e-postalara cevap yetiştiremiyor. Zaman yönetimi denen kavram, bu düzende bir ütopyadan ibaret. Öncelikler sürekli değişiyor; dün “vazgeçilmez” denen proje, bugün “ertelenebilir” kategorisine atılıyor. Toplantılar ise kendi kendini besleyen bir canavara dönüşüyor. Saatlerce konuşuluyor, hiçbir karar alınamıyor, sonra yenisi planlanıyor.

Motivasyon: Kaybolan Bir Efsane

Çalışanların gözlerindeki ışığı gözlemlemek artık nadir bir deneyim. İnsanlar, kendini “değersiz” hissetmeye başladığında, yaratıcılık da verimlilik de ölüyor. Bir yazılımcı arkadaşım vardı, projesini anlatırken gözleri parlardı. Ta ki patronu, kod satırlarını tek tek kontrol edip “Bu renk mavi değil, lacivert olsun” diyene kadar. O arkadaş, şimdi ofiste bir zombiye dönüştü. “Ne yaparsam yapayım, son sözü o söyleyecek” diyor. Sunabileceği tüm faydalar, patronun egosuna kurban gidiyor.

Peki ya patron? O, kendi kurduğu labirentte kaybolmuş durumda. İletişim kopukluğu, onu çalışanlarından uzaklaştırıyor. Bir yanda kafasındaki “büyük resim”, diğer yanda ekibin boş bakışları… Arada ise uçurum. Hele bir de patronun etrafında “evet efendimciler” varsa, işte o zaman felaket kaçınılmaz. Yalakalar, patronun her fikrini alkışlayınca, o da kendini dâhi sanıyor. “Bakın, beni destekleyenler var!” diye düşünüyor. Oysa gerçek başarı, özgür bırakılan ekiplerin eseridir.

Sonuçsuz Toplantılar ve Kısır Döngü

Bir toplantı masasında geçen saatlerin maliyetini hiç hesapladınız mı? Diyelim ki 10 kişilik bir ekip, 2 saatlik bir toplantı yapıyor. Ortalama saatlik maliyet 500 TL ise, şirket o toplantıya 10.000 TL harcıyor. Peki kaç tanesi somut bir sonuç üretiyor? Çoğu zaman sadece “Evet, bu konuyu tekrar görüşelim” cümlesiyle dağılıyoruz.

Bir keresinde bir yönetici, “Bu raporu neden Excel’de değil de Word’de hazırladın?” diye sormuştu. Adamın cevabı basitti: “Çünkü verileri analiz etmemize gerek yok, sadece listelemek yeterliydi.” Ama o, saatlerce format üzerine tartışmaya devam etti. Mikro yönetimin en acımasız yanı, önemsiz olanı önemli göstermek.

Çıkış Yolu Var mı?

Peki bu kısır döngüden çıkmak mümkün mü? Bence evet, ama önce patronların güven kavramını yeniden öğrenmesi gerekiyor. Unvan verdiğiniz kişiye yetki de vermelisiniz. Hata yapmasına izin vermelisiniz. Çünkü hatalar, öğrenmenin temelidir. Ayrıca iletişim tek yönlü olmamalı. Çalışanların fikirleri, patronun fikrinden değerli olabilir.

Bir de şu “acil” takıntısından kurtulmak lazım. Eisenhower Matrisi’ni duymuşsunuzdur: Önemli ve acil olan işlere odaklanmalıyız, ama zamanında yapılmayan “önemli ama acil olmayan” işler hızla acil hale geliyor, mikro yönetim, her şeyi “acil” yapıyor. Yangınları söndürmekten, binayı inşa edemez hale geliyoruz.

Günler akıp gidiyor, ama nereye? Eğer patronlar bu döngüyü kırmazsa, şirketler sadece ayakta kalmaya çalışan birer makineye dönüşecek. İnovasyon, motivasyon, aidiyet… Bunların hepsi tarih olacak. Belki de mikro yönetimin panzehiri, kolektif akıl ve özgürlük. Bırakalım insanlar, uzman oldukları işi yapsın. Patronlar ise geri çekilip, gerçekten önemli olanı düşünsün: Geleceği inşa etmek.

kobitek.com da yayınlanmıştır

Leave a Reply